
Aida’nın gidişinin üzerinden tam 76 gün geçmişti. Angelus iyileşmiş, ustalar çıraklarıyla rutinlerine kavuşmuş ve şatoda her şey normale dönmüştü. Ustalar araştırmalarında Aida’nın durumu hakkında yeni bilgilere ulaşmışlardı. Ustalar bazen bu bilgilerden yola çıkarak bir takım teoriler de öne sürmekteydiler. Ulaştıkları her çıkarım onları gerçekliğe bir adım daha yaklaştırıyordu fakat geçmekte olan zaman içerisinde belki de Aida başka şeyler planlıyordu. Her an saldırıya maruz kalabileceklerini bilmek Ustaları tetikte tutuyordu. Ancak hiç kuşkusuz gardını indirmeden beklemek onların maneviyatlarının dengesiyle oynuyordu. Öyle ki bazı Ustalar iç huzurlarını kaybetmemek için bol bol inzivaya çekilmeye, kuvetli etkileri olan bitkiler kullanmaya ve tehlikeli iksirler denemeye başladı. Ürettikleri yeni iksirleri literatüre geçen Ustalar, başlarına gelen kötü olayın belki de tek olumlu yanın bu yenilikler olduğunu düşünmekteydi. Düzenli olarak toplantılarla bir araya gelen ustalar, yeni buluşları ve güncel durum hakkında çok fazla veriye sahip olduğundan, her şeyin derli toplu olarak kaydedilmesi de büyük önem arz ediyordu. Bu toplantılarda katiplik yapması için Baş Usta Marcel üç kişiyi görevlendirmişti. Bunlar; son usta olan On Birinci Büyük Usta David, yardımcı Aravel ve Angelus’dan başkası değildi.
Angelus böylesine önemli bir görev için henüz çok gençti fakat Baş Usta, Angelus’u meşgul ve dingin tutmakta kararlıydı. Bu karar Angelus’a danışılmadan veya ona bir şey söylenmeden verilmişti. Baş usta Marcel, yardımcısı Aravel’i öyle bir tembihlemişti ki, çırak Angelus daha ne olduğu anlamadan bir anda kendini Aravel ile birlikte antik metinleri el yazması şeklinde çoğaltırken bulmuştu. Bir gün perdelerini kapattığı kapkaranlık odasında, yatağına neredeyse gömülmüş haldeyken Aravel bir anda içeriye girmişti. Odanın perdelerini açarak Angelus’u kendine getirmiş ve ona acil ihtiyacı olduğunu söylemişti. Yardımcı Aravel genç çırağın koluna girerek, onu ittirerek de olsa istediği yere getirmiş ve önüne hemen bir parşömen koymuştu. Daha sonra odaya yavaş yavaş ustalar girmeye başlamıştı. Ustaları karşısında gören çırak mecbur kendini salmış olduğu o bithap tavırı bırakmak zorunda kalmıştı. Kendi ustası Henry’i gördüğünde gözleri parlamış ama yardımcı Aravel ona gözlerini yere indirmesini ve ona söylenenleri parşömene yazmasını emretmişti. Ne var ki zaten Usta Henry’ de çırağının yüzüne bile bakmamıştı. Daha doğrusu bakamamıştı çünkü Baş Ustanın emri bozulana kadar çırağıyla en ufak bir iletişimi bile yasaktı. Fakat çırağının biraz da olsa toparlandığını hissetmek Usta Henry’nin içini rahatlatmıştı. Toplantı bittiminin ertesi günü ve diğer sonraki günlerde de Aravel Angelus’u meşgul tutmak için antik metinler vermeye başladı. Anglus zamanla bu kitapları sadece çoğaltmaktan ziyade metinlerin yanına bazen çeşitli çizimler ve işlemeler de eklemeye başlamıştı. İşlemeler ve genel olarak kaligrafi çok dikkat gerektiren bir iş olduğundan, Angelus yazımları sırasında hiç bir şey düşünemez olmuştu. Hiçbirşey düşünmeye vakti olmadığında ise kederinden uzaklaşmış olurdu. Fakat hiç kuşkusuz genç çırak özünde bir büyücüydü ve şimdi yeniden çizilen kaderi ile gerçekleştirmesi gereken görevler olacaktı.
Bir gün öğleden sonra Angelus el yazmaları üzerinde çalışmasını sürdürürken birden olduğu yerde donakaldı. Nefes alışverişi hızlandı gözleri kocaman açıldı. Önünde yazmakta olduğu kitabın bütün sayfalarındaki mürekkep dağılmaya ve Angelus’ dan bağımsız bir şekil oluşturmaya başladı. Angelus’un elindeki altın sarısı divit kalemin tüyleri yer yer siyaha dönüşüyordu. Olanları izlerken genç çırak elindeki kalemi masanın üzerine bıraktı. Kitap sayfalarındaki sembol tamamlandığında ise Angelus’ a bir anda malum oluverdi. Panikle kalkmaya çalışırken ayağı sandalyeye takıldı ve yere düştü. Mürekkep, yarılan bir söğüt ağacının dibinde beliren bir yıldız geçidi şekline dönüşmüştü. Bu aslında Aida’nın açtığı ve içinde bulunduğu Yıldızlar Kapısıydı. El yazmasının üzerinde beliren Yıldızlar Kapısı’nın içinden beyaz renkte küçük bir ışık çıktı. Işık çıkar çıkmaz her yer karanlığa büründü. Sanki batmakta olan parlak güneş bir anda yok olmuştu. Küçük ışık Angelus’ a yaklaşırken genç çırak hızla ayağa kalkıp kapıya doğru koşmaya başladı. Tam bu sırada şatodakiler bu karanlığın sebebini anladıklarından hızla gardını alırken Baş usta Marcel, İkinci büyük usta, yardımcı Aravel ve Üçüncü büyük usta Henry hızla Angelus’un yanına gittiler. Kapıyı bir hışımla açan Üçüncü Büyük Usta Henry, çırağı Angelus’ un ona doğru koştuğunu gördü. Angelus Henry’e doğru elini uzattığı sırada sırtından sertçe ittirilmiş gibi bir iki adım öne yalpaladı ve öylece kalakaldı. Küçük ışık Angelus’u sırtından yakalmış ve omurgasına işlemişti. Angelus gözleri acıyla açılmış ve yaşla dolmuştu. Çırak ustasının gözlerinin içine bakarken olduğu yere dizlerinin üstüne çöküverdi. Bu esnada Henry Angelus’u omuzlarından tutarak onunla birlikte çökmüş ve ellerini genç çırağın yüzüne götürmüştü. Henry Angelus’un gözlerinde Yıldızlar Kapısını gördü. Angelus’un bütün bedeni bir kaç saniye boyunca mor bir ışık saçtı. Odaya lavanta kokuları yayıldı. Henry onu tutarken ağzından şu sözler döküldü: ‘’Savaş onunla Angelus!’’. Gözlerinden yaşlar süzülen Angelus, ağzından kan püskürdü ve bu kan Henry’nin suratını kapladı. Yavaş yavaş gözleri kapanan Angelus Henry’nin kollarında bilinçsiz bir şekilde yatarken dünya ışığına tekrar kavuşmaktaydı. Yardımcı Aravel Usta Henry’e yardım etmeye çalışırken Baş Usta gözlerini geri gelen güneşe dikti. Daha sonra önünde bilinçsiz yatan yavrucağa ve buna sebep olan o kağıt parçasına baktı. İkinci Büyük Usta sol elini kardeşi Marcel’in omuzuna koyarak ‘’Zamanı geldi.’’ dedi ve oradan uzaklaştı.
Geçen birkaç saatin ardından Angelus gözlerini açtı. Baş Usta ile birlikte bütün büyük ustaların yatağının çevresinde bir hilal şeklinde durduğunu gördü. Baş usta Angelus’un yatağının hemen ayak kısmında yani genç çırağın hemen karşısındaydı. Bütün ustaların gözleri sanki uykudalarmış gibi kapalıydı. Baş usta hariç diğer herkesin başı yere bakıyordu. Ustaların elleri göğüs altında parmakları iç içe geçmiş bir vaziyetteydi. Onlar bu halleriyle kadim heykellere benziyorlardı. Angelus biraz doğrulduğunda baş ustanın hemen arkasında bir siyahlık fark etti. Genç çırak doğruldukça bu siyahlık da giderek büyümeye ve bir şekle bürünmeye başladı. Bu tanıdık silüet bir zaman sonra tam formunu aldı ve çırağa elini uzattı.
‘’Angelus... Elimi tut...’’
Angelus başına gelen onca şeyin sebebinin şimdi karşısında ona elini uzattığını görünce, içinde oluşan garip duyguyu adlandıramadı. Bu duygu ne korkuydu ne de öfke. Karşısındakinin onu öldürebileceğini bildiği halde ışığa doğru inatla giden böcekler gibi ona elini uzatmak istedi. Bu el bir zamanlar tanıdıktı, sevdiğiydi ve bir insandı. Fakat şimdi karşısındaki kişi daha önce hiç görmediği devasa bir formdaydı. Angelus elini ona uzatırken şöyle söyledi: ‘’Aida, sen nesin?’’.
Aida siyahlar içinde dev bir enerji formda elini Angelus’a Büyük üstanın başının üzerinden uzatmıştı. O halde bir formu gören herkes Aida’nın önünde diz çöküp ona tapabilirdi çünkü Aidanın formunun yanı sıra ortaya saçılan manevi hissiyat olağanüstüydü. Angelus Aida’nın elini tuttuğunda yaptığı hatanın farkına vardı. Bu temas esnasında Angelus bedeninde bir değişim hissetti. Sanki o kuş kadar hafifti ve aşağıya doğru baktığında havaya doğru yükseldiğini görmüştü. Aida Angelus’un elini sıktı ve onu kendine, karanlığına doğru çekti. O an genç çırağın nefesi kesildi ve gözlerini açtığında kendini bir falezin yanında buldu. Sert esen buz gibi rüzgar yüzüne çarpıyordu. Karşısında fırtınalı bir deniz, bulutların siyah ve griye çaldığı bir gökyüzü ve denizde karaya ulaşmaya çalışan büyük bir kraliyet gemisi vardı. Angelus ayaklarındaki ıslaklığı hissettiğinde ayaklarına baktı. Yalınayaktı ve ıslak çimlerin üzerine basmak onu üşütmüştü. Genç çırak arkasına döndüğünde siyahlar içindeki Aidayı gördü. İnsan olduğu formdaydı, tıpkı onu tanıdığı zamandaki gibi. Aida yavaşça Angelus’un yanına geldi.
-Seni buldum Angelus. Her şeyi hatırlıyorum.
-B-ben anlayamıyorum. Neredeyiz? Farklı hissediyorum.
-Sana asıl olanı gösteriyorum. Tek gerçeği, kudretimi gösteriyorum. Farklı hissediyorsun çünkü başka bir boyuttasın.
-Bütün bu olanlar.. neden bana bunca acıyı çektirdin? Ben sana ne yaptım?
-Acı olmadan değişemez veya göremezsin. Bütün yaptıklarımla seni kutsadım. Birazdan yapacağımız küçük yolculuktan sonra bir Aziz olarak geri döneceksin.
-Kutsadın mı? Yaptıkların beni daha iyi birine dönüştürmedi Aida. Bana verdiğin acı beni zayıf ve güçsüz kıldı. Bana yaptığın şu lanet mühür...Nasıl bu kadar bencil olabilirsin? Kendi çıkarın için başka ruhlara acı çektiremezsin. Hala ne olduğunu bilmediğim mühürün beni tamen değiştirdi. Artık kendim gibi hissetmiyorum. Bir zamanlar gözlerimde ışık vardı. Hedeflerim, hedeflerimiz. Biz en iyi olanlardık Aida. Ustalarımız bizi gördüğünde umutla dolarlardı. Fakat sen her şeyi mahvettin. Ne uğruna bizi bu kaosa sürükledin?
-Sen yolsun Angelus, geçitsin, kurtuluşsun. Bütün bu acıların son bulacak çünkü yeniden doğacaksın. Sana yeni bir kader verdim Angelus. Her şeyi mahvettiğimi söylüyorsun ama kaderinin değişmesi hayatının bittiği anlamına gelmiyor. Yaşayacaksın, onlar da yaşayacak ve attığınız her adımda birbirimize daha çok yaklaşacağız.
-Beni kullanmak için istemediğim bir şeye dönüştürdün. Bana asla fikrimi sormadın. Ben yol olmak istemedim, kurtuluş ya da bir aziz. Senin için varolmadım.
-Benim için var oldun. Evrendeki her şey benim için.
Angelus bir an duraksadı. Aida’nın son cümleleri ve buraya gelişini düşündü. Aida’nın elini tutup, onu kabul ederek çok büyük bir hata yapmıştı. Bir şeyler yanlıştı. Aida’nın konuşmaları, verdiği hissiyat ve ruhundaki bu dinginlik... Hiçbir şey normal değildi.
‘’Ben neyim Aida?’’ dedi kısık bir sesle. Aida onun kalbini ve ruhunu görüyordu. Sanıldığının aksine Aida merhmetliydi. Angelus’a bu kadar acıyı çektirerek aslında hem kendini hem de genç çırağı kurtarmak istemişti. Aida Angelus’u oldukları boyuta getirmek için onu hayattan koparmıştı. Genç çırak odasında Aida’nın kendisine uzattığı eli tuttuğu anda ölmüştü. Bulundukları şu zamanda Ustalar Angelus’un ruhu için ritüeller yapıyor ve çırağın cansız bedenini lahite koymak için hazırlanıyorlardı. Bütün şato matem içindeydi. Usta Henry’nin içinde sadece pişmanlık vardı. Belki de bu sebeple ölü çırağının elini hiç bırakmamıştı. Onunla ilgilenen Yardımcı Aravel de büyük bir hüzünle son görevini yerine getirmek için hazırlıklara yardım ediyordu. Dördüncü Büyük Usta Diadus ise diğerlerinin aksine keyifli ve bir o kadar da küstahtı. Diadus’ un keyfi her ne kadar yerinde olsa da bütün bu olanların arka planını öğrenmek istiyordu. Sonuç olarak Aida hala ortalarda yoktu ve Angelus’un ölümünden de onun sorumlu olduğu açıktı. Hiç kuşkusuz Aida’da kaynağı bilinmeyen müthiş bir güç vardı. Diadus’ da bu gücü merak ediyor ve ona sahip olmayı arzuluyordu.
Aida yıldız kapısından geçtiğinde, Angelus’a yaptığı mühür sayesinde hiçbirşey unutmadan Lavanta kapısına ulaşmıştı. Aida Angelus’a yaptığı mühürle, sadece çırağın değil kendi kaderini de değiştirmişti. İkilinin kaderi bağlı olduğundan Aida yıldızlar kapısından ruhunu koruyarak geçebilmişti. Yeryüzünün bilgeliğinden sonra evrenin sırlarının olduğu yıldızlar kapısından geçerken göğün bilgeliğinini de edinmişti. Aida artık yeryüzü ve gökyüzünün bilgeliğine sahip olduğundan büyük bir başkalaşım geçirerek sonsuz bir güç elde etmişti. O formdayken Aida’nın yapamayacağı neredeyse hiç bir şey yoktu. Yıldızlar kapısının sonuna geldiğinde işler onun için değişmek üzereydi. Lavanta kapısından içeri girmek için Aida’nın bir karadelikten geçmesi gerekiyordu. Bütün bilgeliğine ve devasa gücüne rağmen geçitten korkunç bir acıyla geçerek Lavanta kapısından içeri girmiş oldu. Aida Yıldızlar kapısında diğer Efeniler gibi kudretini kaybetmediği için lanetlenmişti. Halbuki Yıldızlar kapısındaki efendiler göğün sırrına erdikten sonra bir enerji formuna dönüşüp döngüyü tamamlardı. Aida bu kuralı ölümsüz olmak için çiğnemişti. En başından beri onun amacı yer ve göğün bilgeliğinde geldiği yere dönüp orada yaşamak ve hüküm sürmekti. Ancak laneti her geçen saniye varolan ömründen götürüyordu.Bu lanetten kurtulmanın bir yolu vardı ve bunun için Aida Aziz tilkiyi kurban ederek tilkinin enerjisini Angelus’a göndermişti. Tilkinin kurban edilmesi sayesinde Angelus’u bulan Aida şimdi yine genç çırak sayesinde lanetinden kurtulmayı umuyordu. Bunun için öncelikle Angelus’a Lavanta kapısında gördüklerini göstermeliydi. Aida Angelus’un ‘’Ben neyim?’’ sorusuna cevap verek başladı.
‘’Senin buraya gelebilmen için ölmen gerekliydi Angelus fakat merak etme görmen gerekenleri gördükten sonra geri döneceksin.’’ Aida Angelus’ a yaklaştı ve genç çırağın koluna girerek yürümeye başladı. Angelus Aida’nın şevkatli tarafına karşı koyamadı ve itiraz etmeden onunla birlikte yürüdü. Ölümünün hiç böyle olacağını düşünmemişti, öldükten sonra hala hissetmeye devam edeceğini de. Kafası o kadar karışıktı ki bir yanı Aida’ya sürekli ‘’Neden ben?’’ diye sormak istiyor diğer yanı da içindeki bu anlamsız huzurla öylece falezlerin önüde oturmak ve unutulmak istiyordu. Fakat onlar git gide falezlerden uzaklaşırlarken bir yandan da konuşmaya devam ediyorlardı.
-Hala anlamıyorum. Eğer öldüysem beni nasıl dirilteceksin?
-Çok şey gördüm Angelus. Yerin ve Göğün sırrına sahibim. Yapamayacağım hiçbir şey yok.
-Öyleyse neden geri dönüp her şeyi düzeltmiyorsun?
-Döneceğim fakat şimdi değil. Önce senin görmen ve yapman gereken şeyler var.
-Bütün bunların sonucunda ne elde edeceksin? Eğer her şeyi yapmaya gücün yetiyosa neden hala bana kötülük ediyorsun?
-Sana kötülük değil merhamet ediyorum. İkimiz çok yakındık hatırlasana. Benim için özelsin.
-Evet tabi, bir anahtar ev sahibi için ne kadar önemliyse ya da bir asa büyücüsü için ne ifade ediyorsa ben de senin için onu ifade ediyor olmalıyım. Bu durumda sahip sen oluyorsun.
-Tek acı çeken sen değildin Angelus.
-Biliyorum ve sana yardım etmeye çalıştım. Sadece ben de değil, ustalar da sana yardım etmeye çalıştı fakat gözün ben de dahil hiç kimseyi görmedi. Öyle ki kutsal emaneti bile parçaladın.
-Kehanet gerçekleşmeliydi. Yapmam gerekeni yaptım.
-Ne kehaneti?
-Efendilerin Döngüsü. Ben bir Efendiyim Angelus. Doğduğum ilk andan itibaren uyanık bir ruhtum. Çoğu varlık doğumundan öncesini hatırlamaz ama ben ne olduğunu biliyorum. Küçük bir çocukken bir rüya gördüm. Her yer karanlıktı ve yanlızca bir ses vardı. Sesle konuşurken ona bir şans istiyorum dediğimi hatırlıyorum.
-Varoluşun bu şekilde oldu demek. Bundan önce de bir hayatın olmuş olmalı. Eğer sana bir hayat bahşedildiyse sana bu hayatı bahşeden kişi senden üstün olmalı.
-Muhtemel. Fakat bana hayat bahşeden benden üstün olmayabilir çünkü belki de benimle konuşanlar Yıldızlar kapısındaki diğer efendilerdi. Belki de yaşamımdan önce küçük bir enerji topuydum. Tabi bunun için de daha önceki yaşamımda bir aziz olarak ölmüş olmalıyım.
-Efendiler de kim? Ayrıca Yıldızlar kapısı nedir?
-Yıldızlar kapısının geçidini dolaylı yollardan zaten gördün Angelus. Kitap üzerinde oluşan çizim ve Usta Henry’nin senin gözlerinde gördüğü geçit.
-Usta Henry gözlerimde Yıldızlar Kapısını mi gördü?
-Elbette, aslında o anda sen de görüyordun ama unuttun, bu normal. Efendilerin kim olduğunu sormuştun. Efendiler benim gibi uyanık ruha sahip olanlardır. Bir takım işaretlerle onlara malum olur ve tabiat döngüsünü sağlamak, dengeyi kurmak için hayatlarını sürdürürler. En sonunda da bu uğurda kudretlerini kaybederler. Bana da rüyalarla malum oldu.
-Demek o hallerin bu yüzdendi. Peki her efendinin senin bana yaptığın gibi acı çektirdiği insan var mı?
-Son kez söylüyorum Angelus, seni olduğundan daha mükkemmel yaptım. Seni kutsadım ve sen bir aziz olarak yaşamını sürdürmeye devam edecek, ardından istersen de öldükten sonra tekrar geri yeryüzüne dönebileceksin. Sana verdiğim bu büyük lütfa karşı nankörlük etme.
-Aida, bu kadar gücü ben değil sen istedin ve hala istemeye de devam ediyorsun. Alacağın sonuç gerçekten beni yaralamana ve herşeyi mahvetmeye değecek mi? Dengeyi bize zarar vererek mi sağlayacaksın.
-Kudretimle en iyisini yapabilecekken neden kendimi feda ettikten sonra kaybolup gideyim ki. Sonsuza kadar varolup dengeyi sürdürebilirim. Senin istemediğini sandığın nimet için de her şeyini verebilecek, ayaklarıma kapanacak tonlarca varlık var. Anlamadığın şey ise her şeyin mutlak bir bedeli olduğu. Güzellikler için elbette önemli olanlar feda edilebilir veya acı çekilebilir. Acı değişim için temel unsurudur.
Angelus Aida’nın kudretini hissedebiliyordu ama bu bir meleğin kudreti de olabilirdi bir şeytanın da. Çünkü Aida’nın tavırlarında merhemet, sözlerinde ise şeytanın küstahlığı ve bencilliği vardı. Aida’nın çelişkileri genç çırağı da arafta bırakmıştı. Bu yüzden kimi zaman içindeki isyan ateşiyle sürekli Aida’yı sorguluyor kimi zamanda onun merhametine muhtaç olduğunu hissediyordu. İkili ağaçlar arasında yürürken gittikçe varış noktalarına yaklaşıyorlardı. Aida tekrar söz alarak Angelus’un içindeki isyanı bastırmak istedi.
-Sana ve diğerlerine ihanet etmedim. Doğanın düzeni almak için vermeyi gerektirir. Bunu bildiğin halde bana isyan ediyor, sana kötülük ettiğimi düşünüyorsun.
-Senin de anlamadığın şey bizim zaten senden önce gayet iyi olduğumuz.
-Tabii, genç yaşta aniden ölmem en iyisi olurdu.
-Elbette hayır. Ben öyle demek istemedim.
-Bütün bunları yapmasam bana olacak olan buydu. Asıl bencilin kim olduğunu şimdi gördün mü? Direnme artık Angelus. Bana biat et çünkü en doğrusu bu. Ben en yüce olanım.
Angelus Aida’nın sözlerinde haklılık payı buldu. Bencillik ettiğini ve Aida’dan merhamet dilenmesi gerektiğini düşündü. Aida genç çırağın içini gördü ve ona şöyle dedi, ‘’Ruhun bağışlandı Angelus.’’. Ardından Aida sol kolunu kalırarak Angelus’a geldikleri yeri gösterdi. Önlerinde betondan bir yapı vardı. Angelus önce yapıya sonra da yerdeki yosunlu taş yola baktı. Aida sağ eliyle Angelus’un sırtını sıvazladıktan sonra onu yürümeye devam etmesi için hafifçe ittirdi. Angelus tedirgin ve bir o kadar da heyecanla yürümeye devam ederek beton yapıdan içeri girdi. İçeriye girdiği anda içi huzurla doldu. Önünde her bir basamağında yemyeşil canlı bitkilerin olduğu merdivenden yukarı doğru çıkarken bazı bitkilerin tavandan sarkmış olduğunu gördü. Medivenin sağındaki camdan duvar sayesinda dışarıyı görebiliyordu. Ne vardı ki dışarıya baktığında Aida’nın artık orada olmadığını gördü. Genç çırak yürümeye devam ederken göremediği rüzgar çanlarının sesini duyuyordu. Üst kata sonunda ulaştığında önündeki kapıdan içeri girdi. Burası karanlık küçük bir odaydı. İçeride birkaç mum ve önündeki büyük pencereyi kaplayan kırmızı büyük perden başka pek bir şey yoktu. Büyük dikdörtgen pencereyi kaplayan bu perdenin üzerinde pek çok tılsım ve değerli taşlar bir ipe dizilmiş ve sarkıtılmıştı. Angelus bu taşlara bakmaktan kendini alamadı. Her bir taş birbirinden farklı ve büyülüydü. Genç çırağın içini birden korku kapladı. Merdivenlerden çıktığındaki huzur artık yerini bu kötü enerjiye bırakmıştı.
Zaman geçtikçe Angelus’ a malum olmaya ve yavaş yavaş görmeye başladı. Bu odada daha önce çok bir yaşlı bir kadın yaşamış ve ölmüştü. Bu kadın kara büyüler üzerine ustalaşmış bir cadıydı. Angelus bu yaşlı kadının saçlarını görebiliyordu. Gri, kıvırcık ve kabarık saçlı bu kadının ruhu yaptığı büyüler yüzünden kapkaranlıktı. Kadın alnına, tıpkı perdede olduğu gibi kırmızı renkte ve taşlarla süslenmiş bir kumaş parçası bağlamıştı. Bir gün cadının yaptığı bir büyü ters tepince lanetlenmiş ve çok uzun yıllar yaşamaya mahkum edilmişti. Bu sebepten kadın küçüldüdükçe küçülmüş ve iyice çökmüştü. Angelus kadına seslendi ‘’Seni lanetli yaşlı cadı, neden bu kadar kötülük yaptın?’’. Cadı ona cevap vermedi ve ortadan kayboldu. Angelus bir hışımla perdeyi açtığında camdan içeri giren kör edici gün ışığı gözlerini acıttı. Angelus acıyla gözlerini kapayıp ellerini gözlerine siper ederken şu sözleri duydu ‘’Yaşlı kadının ruhu bağışlandı.’’. Bu Aidanın sesiydi. Angelus ellerini yavaşça gözlerinden çektiğinde ve gözlerini açtığında tekrar falezlerde gördüğü manzarayı aynen karşısında buldu. Yine o soğuk rüzgar yüzüne çarpıyordu. Genç çırak derin bir nefes alıp arkasına döndü ve Aida’yı orada öylece dikilmiş ona bakarken gördü.
-Kadının ruhunu neden bağışladın?
-Bir gün o kadına göklerden bir emanet geldi. Kadın emaneti görünce önünde eğildi, ona itaat etti ve kurtuldu. Kadın ruhunu teslim etmeden önce görme yetisini göklerden gelen emanete bıraktı. Bu şu kehanet gerçekleşsin diye oldu: ‘’Emanet görmeye başlayacak tekrardan göklere dönsün diye’’.
Angelus Aida’nın gözlerinin içine bakarak ona yaklaştı ve önünde diz çöktü. Aida göklerden gelen o hediyeydi ve bu lanetli cadı onu büyütmüştü. Kadının sadakati onu kurtarmış böylece laneti ortadan kalmıştı. Aida akademiye başladıktan hemen sonra ölen bu kadının görme yeteneği Aida’ya miras kalmıştı. Bu miras sayesinde yavaş yavaş Aida kendi benliğini hatırlamış ve rüyalarla birlikte özüne dönmüştü. Aida Lavanta kapısında kendiyle ilgili bu gerçeği öğrenmiş ve ona bakan cadının ruhunu tamamen bağışlamıştı. Öyle görünüyordu ki Lavanta kapısı kendini bulma kapısıydı ve eğer efendiler buradan içeri girmeyi başarabilseydi, her biri kendini bilirdi. Yerin ve göğün bilgeliğinden sonra en önemli bilgelik insanın kendisiydi. Aida bunu başarabilen tek efendi olmuştu. Angelus dizlerinin üzerinde dururken Aida ona sol elini uzattı. Genç çırak ona uzanan eli kavradı fakat eli aşağıya kendisine doğru çekti. Aida yalpaladı ve dizlerinin üzerine düştü. Angelus acı bir tebessümle elindeki sivri yakuttan hançeri Aida’ya sapladı. Angelus yakutun o an nasıl eline geçtiğini bilmiyordu. Belki de onu yaşlı kadının odasından almıştı. Aida acıyla Angelus’a gülümsedi. Yoksa bu yakutu ona Aida kendi elleri ile mi vermişti? Angelus Aida’nın yüzündeki ifadeyi görünce onun ölmek üzere olduğunu düşündü fakat Aida sol elini genç çırağın kalbinin üzerine koydu ve onu itti. Aida o kadar güçlüydü ki Angelus olduğu yerden metrelerce fırlayarak falezlerden aşağıya, buz gibi sulara gömülmüştü.
Angelus derin bir nefes alarak panikle gözlerini açtı. Önce ışıktan gözleri kamaşsa da daha sonra gözleri ışığa alışınca üzerindeki gri bulutları gördü. Taştan bir lahitin içerisindeydi ve üzerine düşen yağmur damlaları yüzünü ıslatıyordu. Eliyle dudaklarına düşen bir damla yağmur parçasına dokundu ve parmaklarındaki ısaklığa şaşkınlıkla baktı. O an bütün ustalar Angelus’un enerjisini tekrar hissetti ve Baş Usta Marcel yapılan ayini durdurdu. Angelus hayattaydı. Yardımcı Aravel hemen lahitin içerisine doğru eğildi ve şaşkınlıkla Angelus’a baktı. Angelus yavaşça lahitin içinden doğruldu ve etrafındakileri süzdü. Herkes ona şok olmuş gözlerle bakıyordu. Neredeyse herkesin dili tutulmuştu. Angelus kendi cenaze törenininde olduğunu fark etti ama diğerlerinin aksine o dingin ve kendinden emindi. Kucağındaki değerli eşyaları üzerinden ittikten sonra lahitin dışına çıktı ve dimdik ayaklarının üzerinde durdu. Angelus artık bir Azizdi. Aida’yı yaralamış olmasına rağmen tıpkı söz verildiği üzere ruhu bağışlanmış ve bir Aziz olarak geri dönmüştü. Yardımcı Aravel geriye doğru bir iki adım sendeledikten sonra hemen Angelus’un önünde diz çöktü. Bu mucize karşısında sadece Aravel değil bütün ustalar ve çıraklar diz çöküp Angelus’a olan saygılarını gösterdiler. Dördüncü Büyük Usta Diadus büyük bir şaşkınlıkla içinden ‘’Bu imkansız’’ diye sayıklıyordu. Diadus gözlerini yerden kaldırıp Angelus’a baktığında Anglelus’un direkt olarak ona baktığını gördü. Angelus Diadus’a tıpkı avlanmaya hazırlanan bir kartal gibi bakıyordu. Diadus Angelus’un bakışlarndan onun tamamen değişmiş olduğunu anladı. Genç çırağa her ne olduysa eskisinden çok daha güçlü dönmüştü. Diadus Angelus’un bakışları karşısında o kadar tedirgin hissetti ki gözlerini hemen geri yere indirmek zorunda kaldı. Angelus o andan itibaren artık ‘’Aziz Angelus’’ olarak anılacak, belki de çok daha sonraları ‘’Yüce Büyücü Aziz Angelus’’ olarak o güne kadar gelip geçen bütün büyücülerden çok daha üstün olacaktı.